Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bu yıl altıncısı düzenlenen ‘Yurtdışı Din Hizmetleri Konferansı’ Sapanca’da başladı.
Diyanet İşleri Başkanlığının 75 ülkeden temsilcisinin bulunduğu ve Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Maarif Vakfı, Yunus Emre Enstitüsü, AFAD, Kızılay, Göç İdaresi gibi çeşitli kurumlardan da temsilcilerin bulunduğu konferansın açış konuşmasını yapan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığının ülkemizde ve yedi kıtada insanlığın hizmetinde olmasının insanlık için son derece önem arz ettiğini kaydetti.
Toplantının, Diyanet’in yurt dışına taşıdığı hizmetlerinde ortak akıl gösteren, yön ve istikamet çizen, önceki yıllarda yapılan hizmetlerin muhasebesini yapma imkanı sunan bir toplantı olduğuna değinen Diyanet İşleri Başkanı Görmez, toplantının hayırlara vesile olmasını diledi.
Diyanet İşleri Başkanlığının, Türkiye’nin dini istikrarının, dini bütünlüğünün ve din güvenliğinin teminatı olduğunu vurgulayan Başkan Görmez, son zamanlarda Diyanet üzerinden sürdürülen tartışmalara ilişkin de açıklamalarda bulundu;
Bu ülkede paralel devlet, paralel devlet düşüncesi, bu devlete bu millete, bu ülkeye ve bu coğrafyaya ne kadar büyük zarar vermişse paralel diyanetler de bu ülkeye o kadar zarar verir. Bu bilinmelidir. Hele hele İslam’ın en temel, en saf, en temiz, en masum kavramlarını yıllarca ticari emellerine alet eden paralel diyanetlerin bu ülkeye, Diyanet İşleri Teşkilatı’na, bu topluma, Müslümanlara verebileceği hiçbir şey yoktur. Savunabilecekleri hiçbir değer olamaz. Bunu açıkça ifade etmek istiyorum.
Son zamanlarda içerisinden geçtiğimiz bu zor süreçlerde, çeşitli vesilelerle Diyanet İşleri Teşkilatını asrın fitnesi olan FETÖ’yle ilişkilendirmek, irtibatlandırmak en az 15 Temmuz kadar milletimize zarar verecek büyük bir fitnedir. Buradan herkesi bu fitneden uzak durmaya davet ediyorum. Bu fitne o kadar yaman, o kadar kötü, o kadar çirkin bir iftiradır ki, bu fitneyi Türkiye’de sadece 15 Temmuz’da bu millete her türlü ihaneti, her türlü işgali, her türlü darbeyi yapan o terör örgütünün eseri olabilir ancak. Sadece onların yapabileceği, sadece onların ekmeğine yağ sürebilecek bir fitnedir. 15 Temmuz’da 15 Temmuz’un en kahraman müesseslerinden bir tanesi gurur ve iftiharla ifade etmek isterim ki, Diyanet İşleri Başkanlığıdır. 15 Temmuz gecesinde her imam, her müezzin birleşerek, manevi bir orduya dönüşerek bu milleti her türlü kötülükten, her türlü fitneden korumak için seferber olmuş ve milletimizin hukukunu korumak için elinden gelen her türlü gayreti sarf etmiştir. Ezanları susturan darbelerden, darbeleri susturan sala seslerini bu milletin semalarında o gece yankılatanlar, Diyanet İşleri Teşkilatı’nın mensupları olmuşlardır.
Diyanet İşleri Teşkilatımızın hem ülkemizde, hem 7 kıtada bütün insanlığın hizmetinde olması bütün insanlık için çok büyük önem arz etmektedir. İçinden geçtiğimiz süreçlerde gönül coğrafyamıza baktığımız zaman ülkeler için en önemli husus ülkelerdeki dini istikrardır. Ülkelerin dini istikrarı, dini bütünlüğü, din güvenliği artık o ülkelerin barışı, huzuru için olmazsa olmaz olmuştur. Bugün Suriye, Irak, Yemen, Libya,İslam alemi lisanı hal ile Türkiye’ye adeta sesleniyor ve diyor ki, ‘Ey umut bağladığımız güzel ülke, ey umut bağladığımız Türkiye, tarih boyunca umudumuz olan ve umut olmaya devam eden Türkiye. Bizim konumlarımıza düşmemek için dini istikrarınızı bozmayın. Rahmet olarak gelen dini zahmete dönüştürmeyin. Din üzerinden çekişmeyin, din üzerinden didişmeyin. Sizi birleştirmeye gelen sizi tevhit potasında eriterek birlik ve beraberlik içerisinde, huzur içerisinde yaşamaya gelen dini aranızda bir tefrikaya dönüştürmeyin’
Türkiye’nin dini istikrarı için üç müessese çok önemlidir. İmam Hatip liselerimiz, İlahiyat fakültelerimiz ve Diyanet İşleri Başkanlığımız. Bu üç müessese içerisinde zaman zaman yanlışlarımız, eksiklerimiz, zaaflarımız ortaya çıkmış olabilir. Fakat bu üç müessesinin ortaya koyduğu ortak akıl, ortak ruh, ortak gönül, ortak kalp, ortak bilgi, ortak hikmet, ortak marifet bu ülkenin teminatıdır. Bu ülkenin birliğinin, beraberliğinin teminatıdır. Bu ülkenin dini istikrarının teminatıdır. Sadece bu ülkenin dini istikrarının değil, gönül coğrafyamızın da dini istikrarının teminatıdır. Onun için hep birlikte millet olarak buradan bütün kardeşlerime, milletimizin her ferdine seslenmek isterim, içinden geçtiğimiz süreçlerde üzerine titreyeceğimiz en önemli hususlardan bir tanesi dini istikrarımızın teminatı olan Diyanet İşleri Teşkilatına zarar vermemektir. Dini istikrarımızın, dini bütünlüğümüzün, din güvenliğimizin teminatı olan Diyanet İşleri Teşkilatımızı gözümüz gibi korumaktır.
Bu toplantımızda üzerinde duracağımız konu ‘İslamofobiye Karşı Ortak Stratejiler Bilgi ve Hikmet Ekseninde’ başlığımız, gerçekten son derece önemli bir konudur. Ancak biz bugün bu toplantıda her zaman yaptığımız gibi İslamofobinin sebeplerini tartışmayacağız. İslamofobinin sebeplerini tartışarak nasıl bir düşmanlığa ve nefret sarmalına dönüştüğünü ele almayacağız. Biz bütün yeryüzünde hizmet eden müşavirlerimiz ve ataşelerimizle birlikte, din gönüllülerimizle birlikte burada toplanmamızın sebebi İslamofobiye karşı bilgi, hikmet, eylem planını yapmak, bir yol haritası belirlemek, hep birlikte bu yol haritası üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Aslında bu kavram ilk önce bu yüzyılın başında bir Fransız filozof tarafından ifade edilmiştir.Fakat sonra 1997 yılına kadar hiçbir literatürde bu kavramla karşılaşmıyoruz. Bildiğiniz gibi 1997’de Londra menşeli Runnymede Trust isimli bir düşünce kuruluşu ilk defa İslamofobiyle ilgili bir rapor yayınladı ve dünyanın gündemine soktu. Daha sonra 2004 yılında ilk defa Birleşmiş Milletlerin belgelerine Sayın Kofi Annan’ın yayınladığı bir belge içerisinde İslamofobiya zikredildi. Yine aynı şekilde 2007 yılında Avrupa Birliği’nin bazı metinlerinde yavaş yavaş görülmeye başlandı. Devasa bir literatür oluştu. Bilhassa 11 Eylül olaylarından sonra İslamofobiyle ilgili bütün dünyada devasa bir literatür oluştu. Bu literatür bize hastalığı nasıl tedavi edeceğimizi öğretmedi, bize hastalığı anlattı. Gerçekten küçük hacimli bir kütüphaneyi dolduracak kadar bir İslamofobiya literatürü oluştu. Ancak bu literatür sadece bize hastalığın teşhisini yapmakla yetindi. Bu hastalığı nasıl tedavi edeceğimizi bu literatür bize öğretmedi öğretmiyor. Bu toplantının sebebi hastalığı yeniden teşhis etmek değil, hastalığı nasıl tedavi ederiz, bu düşmanlığı yeryüzünden nasıl kaldırabiliriz? Buna öncülük yapabilecek yine dünyada bir kuruluş varsa o da Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı bütün dünyada hizmet veren müşavirlerimizden ve ataşelerimizden her birisinden hasseden Avrupa’da, Amerika’da, Avusturalya’da, Kanada’da görev yapan bütün arkadaşlarımızdan İslamofobi raporları istedi. Bu raporlar neticesinde İslamofobinin kat ettiği mesafeleri sizlerle 12 başlık altında paylaşmak istiyorum. İslamofobi artık bir teori, masum bir suç, bir nefret, yani sadece bir düşünce suçu değil, sadece bir kalpten nefret duyma, sadece fobi dediğimiz bir şey değil artık kişisel, fiziki, şiddet içeren saldırılara dönüşmüştür. Bu fiziki şiddet ve saldırılar sadece insanlara yönelmemiş artık mabetlere yönelmiştir. Dini müesseselere, kutsal mekanlara, hatta öyle ki pek çok Avrupa ülkesinde mezarlıklara yönelmiştir. İslamofobik nefret suçları gidip mezarlıkları tahrip edecek kadar ileri gitmiştir. Camilerin kapılarına her gün domuz kafaları bırakılarak nefretin hangi boyutlara vardığı gösterilmiştir. Bunları siz bizlere resimlerle bizzat tespit ederek göndermişsiniz. Bunları inşallah bu toplantıda ayrıca yeniden büyük bir rapora dönüştürerek ve belki 10 lisana çevirerek bütün dünyaya anlatmamız gerekir.Çok ciddi kişisel hakaretlere dönüşmüştür. Artık her ülkede İslamofobik nefret suçları insanlara, Müslümanlara yönelik kişisel hakaretlere dönüşmüştür.
İslam eleştirisi adı altında İslam’ın kendisi tezyif edilmeye başlanmıştır. İslam’a hakaretler yağdırılmaya başlanmıştır. Eleştiri adı altında hiçbir din mensubunun kabul edemeyeceği, gayri ahlaki düşünceler düşünce özgürlüğü adı altında İslam’a yönelik hakaretlere dönüşmüştür. Artık Müslümanların kültürlerine, giyim ve kıyafetlerine yönelik dışlamalar her şehirde neredeyse başlamıştır.
İnanç ve ibadet özgürlükleri İslamofobi bahane edilerek İslamofobinin oluşturduğu iklimden yararlanarak kısıtlamalara dönüşmüştür. İnanç ve ibadet özgürlükleri kısıtlanmaya başlanmıştır her yerde. Güvenlik adı altında yapılanlar İslamofobik nefretin hangi boyutlara vardığını göstermektedir. Müslümanlar İslam’ın varlığı ve Müslümanların varlığı pek çok ülkede, pek çok şehirde bir tehdit olarak algılanmaya başlamıştır. Özellikle iş bulmada, konut kiralamada, çocukların eğitim müesseselerinden istifade edilmesinde çok ciddi ayrımcılıklar başlamıştır. İş bulmaya gittiğinde adının Müslüman olması onun o işe alınmamasının en büyük sebebi olarak sayılmıştır. Müslümanlar bizzat vatandaşı oldukları ülkelerde kiralık ev bulamamaya başlamışlardır. Çocuklarını eğitime verdiği zaman aynı şekilde ayrımcılıklar başlamıştır. İslamofobik nefret suçlarının, ayrımcılıkların ilkokullara kadar inmiş olması endişe vericidir. Bütün dünyanın, bütün insanlığın, bütün düşünce insanlarının oturup bu konu üzerinde düşünmesi gerekiyor.
İslamofobi artık sadece sokakta, sadece belli çevrelerde ifade edilen bir suç değil, ana akım siyasi söylemi tesiri altına almıştır. Artık ana akım siyasi partiler oy devşirmek, oy kazanabilmek için birbirleriyle İslamofobik nefretlerde yarışmaya başlamışlardır.
Ana akım medya İslamofobiyi körüklemeye devam etmektedir. Hemen hemen her gün gazete sayfalarında, köşe yazılarında, haberlerin ele alınış tarzında mutlaka İslamofobik nefret görme imkanına maalesef sahip oluyoruz. Hatta sadece ana akım medyayı değil son 10 yıl içerisinde Avrupa’da İslam ile ilgili yayınlanan kitapların kapaklarını, özel sayılar yapan dergilerin kapaklarını yan yana getirmeniz meselenin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını sağlamaktadır. Kapakta ya bir kılıç vardır, ya bir kelime-i tevhidin silaha dönüşmüş hali vardır veya bir şekilde o nefretin o kapaklara da yansıdığını görebiliyoruz.
İslamofobinin yargıya ve hukuka yansıyan kararlara dönüşmesi en büyük tehlikedir. Artık İslamofobik nefretin yargı ve hukuku etkisi altına alması ve hukuki kararların islamofobik nefretin etkisi altında her türlü adaletten yoksun olarak verilmeye başlanmasıdır. Yine aynı şekilde en ürkütücü olan, bir meşruiyet kazandırılmaya başlanması. İslamofobiknefret suçlarının bir meşruiyet kazanmaya başlaması da en tehlikeli hususlardan bir tanesidir.
‘Fobi’ dediğimiz hastalık sadece bir hastalık değil, aynı zamanda düşmanlık içeriyor. Önce muhakemeyi bıraktırıyor, muhakemeyi ortadan kaldırıyor bu korku. Önce akıllara hükmederek her türlü muhakemeyi ortadan kaldırıyor, sonra bu korku korktuğumuzla iletişimi ortadan kaldırıyor. Sonra gücümüz yeterse bunu şiddete dönüştürüyoruz ve daha sonra da yapılan bu kötülükler vicdan azabı hissetmeyecek bir şekilde insanlar nezdinde meşruiyete dönüşüyor.
Bu toplantıdan sonra kendi ülkelerinize döndükten sonra özellikle antisemitizm ile İslamofobiyi mukayese eden çalışmalar, kaynaklar, makaleleri bir araya getirerek antisemitizmin nasıl bir süreçten geçtiğini, nasıl başladığını ve nasıl insanları fırınlarda yakacak raddeye geldiğini çok iyi değerlendirmek ve takip etmek lazım. Ancak antisemitizm ile İslamofobi arasında çok ciddi bir fark var. Antisemitizm Yahudilik düşmanlığı değil, Yahudi düşmanlığıdır. Yani düşmanlık dine karşı değil, o dini paylaşan bir millete, bir ırka, bir ırkçılık çeşididir. Nitekim antisemitik düşünceye sahip olan insanlar dahi kendi kültür ve medeniyetlerini judeo-christian olarak Yahudi ve Hıristiyan medeniyeti olarak kendilerini tarif ediyorlar. Antisemitizm dinin kendisine yönelik bir düşmanlık ve bir nefret değil, ama İslamofobiya doğrudan İslam’ın kendisine sadece Müslümanlara karşı değil. Özellikle Alman dostlarımız anti-Müslime diyorlar, anti-Müslime yani sadece Müslüman karşıtlığı değil hem İslam karşıtlığı hem Müslüman karşıtlığı. Hem İslam’a karşı bir düşmanlık, hem Müslümanlara karşı bir düşmanlık. Hem İslam’a karşı bir nefret, hem Müslümanlara karşı bir nefret olarak görülüyor. Antisemitizmin içinden geçtiği süreçlere baktığımız zaman öncelikle şunu görüyoruz, önce etiketleme aşaması olmuş sonra ayrıştırma aşamasına geçmiş. Daha sonra ötekileştirme aşamasına geçmiş. Dördüncü aşama; korku, kuşku ve fobi. Beşinci aşama; düşmanlık. Altıncı aşama; nefret. Yedinci aşama da; fırınlarda yakmak. Onun için İslamofobinin içinden geçtiği süreçlerle antisemitizmin şemasını, içinden geçtiği süreçleri çok iyi mukayese etmek gerekmektedir.
Bu toplantı aynı zamanda İslamofobik nefretle, düşmanlıkla mücadelede bilgi ve hikmet ekseninde bir stratejik raporun ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Öncelikle medya alanında yapacaklarımızı tespit etmeliyiz. Çünkü medya bu konuda çok büyük zarar veriyor ve zarar vermeye devam ediyor. Diyanet olarak metodumuz, hastalığa bir hastalıkla karşılık vermek değil, tabip edasıyla tedavi etmeye çalışmak olmalıdır. Uluslararası kuruluşlara bu konuda düşen vazifeleri bir kez daha buradan belirtmeliyiz. Hassaten İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vesaire gibi uluslararası kuruluşların bu konuda dikkatlerini nasıl çekeriz, kendi raporlarımızı nasıl tanzim ederiz, bunun üzerinde durmalıyız.
İslamofobi alanında son yıllarda yaşanan en kötü gelişme,hassaten sorunun toplumsallaşmasıdır. Hatta bir sene önceye göre çok daha toplumsallaştı. Artık sokaktan evlere indi, evlerden ilkokullara girdi. Bunu dikkate alarak çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız. Eğitim kurumlarında eğitim müfredatı içerisine sokarak bu kini, öfkeyi, nefreti ve düşmanlığı kök salmaması için, o ilgili ülkelerde çocuklarda bu konuda bir farkındalık oluşturmak, meydana getirmek için ilgili ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıklarıyla, eğitimcileriyle ortak çalışmalar, ortak çalıştaylar yapmalıyız. Siyaset kurumlarının yaptıklarını değerlendirerek yine Avrupa’da hassaten siyasetin farkında olmadan içerisine girdiği İslamofobik nefreti oy elde etmek için bir malzemeye dönüştürdüğü gerçeğini onlarla bilimsel zeminde paylaşmalıyız.
Bu konuda suskun kalan dini kurumlarla başka dinlerin dini kurumlarıyla bir araya gelerek onların bu noktada sorununun farkında olmalarını sağlamaktır. Bu çok daha önem arz ediyor. Maalesef üzülerek belirteyim, elbette istisnai güzel örnekleri var. Ancak büyük oranda, başta Vatikan olmak üzere diğer dini müesseseler İslamofobik nefretin nasıl bir düşmanlığa dönüştüğünü, bu düşmanlığın sarmal bir nefrete dönüşerek toplumu nasıl esir almaya başladığı konusunda henüz seslerini yükseltmiş değiller. Onların da seslerini yükseltmelerini sağlamalıyız.
Bilim dünyasıyla işbirliği yapmalıyız. Üniversitelerle, yazarlarla, fikir ve düşünce insanlarıyla bir araya gelerek, üniversitelerle ortak çalıştaylar yaparak, konferanslar tertip ederek, ilgili ülkelerin üniversitelerinin, bilim adamlarının bu konuda işbirliği yaparak nasıl sorunun çözümüne katkıda bulunabilecekleri konusunda ortak çalışmalar yapmak önem arz ediyor. Biz Müslümanlara düşen görevler üzerinde de durmalıyız. Bizden kaynaklanan sorunlar nelerdir, biz nerelerde hata yaptık. Bunlar üzerinde yüksek bir özeleştiri ile durarak çalışmalarımızı devam ettirmeliyiz.
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, oluşturacağımız komisyonlar marifetiyle bütün dünyaya birkaç lisanda hitap edebilecek, İslamofobiyle bilgi ve hikmet ekseninde yürüteceğimiz mücadelede bir stratejik belgeyi paylaşmalıyız. Burada özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı da üstüne düşen bütün vazifeleri yerine getirmelidir.
İslamofobi ile mücadeleyi düşünürken göz önünde bulundurmamız gereken ve belki de bu toplantıda ele alacağımız konulardan bir tanesi de, 15 Temmuz’da bu millete ihaneti, işgali ve darbe teşebbüsünü yapan menhus örgütün uluslararası arenada yapılandıkları ülkeler üzerinden ülkemize ve dinimize verdikleri zararı nasıl önleyebiliriz? Hassaten oralarda o kadar güçlü olmalıyız ki onların bütün bu kötülüklerden sonra başka dünyaları, başka ülkeleri kullanarak ülkemize, milletimize ve yüce dinimize zarar vermesini önlemeliyiz. Bu da bizim gündem maddelerimizden bir tanesi olmalı. Bu 1 yıllık dönem içerisinde Avrasya İslam Şûrasının 10’uncusunu hemen gerçekleştirdik. Tamamen FETÖ terör örgütünün Avrasya coğrafyasına verdiği zararları müzakere etmek için toplanmıştık. Orada çok önemli neticeler ortaya çıktı ve hakikaten de bunların tesirleri ilgili ülkelerde görülmeye başlandı. En önemlisi de, Avrasya İslam Şûrası ilk defa özellikle fetva konusunda ortak bir ses verebilmek için ortak bir fetva meclisi oluşturdu. Ortak Fetva Meclisi Ankara’da Din İşleri Yüksek Kurulumuzun Başkanlığında ilk toplantısını yaptı ve bir yol haritası belirledi.
Ülkemizin Fırat Kalkanı Harekatı çerçevesinde Suriye’de oluşturduğu güvenlikli bölgede ortaya çıkan şehirler, Cerablus, Rai, İdlib gibi şehirlerde buralarda yıkılan camileri Ramazan’a yetişecek şekilde elhamdülillah bitirdik. Buralarda dini hayat, din hizmetleri tamamen bitmişti, şimdi Diyanet İşleri Başkanlığımız o bölgelerdeki bütün şehirlerde bu Ramazan’da din hizmetini aktif bir şekilde başlayacak şekilde bütün din görevlilerini oradaki kardeşlerimizle birlikte belirledi. Onlar Türkiye’de eğitim alıyorlar şu anda. Gaziantep’te, Kayseri’de eğitim alıyorlar. Her birisi dönüp bu şehirlerde, yıkılan o şehirlerde din hizmetlerini tekrar harekete geçirmek için faaliyet gösterecekler.
Avrupa’da Diyanet İşleri Teşkilatı’nın 40 yıllık tecrübesinin bu FETÖ’den neşet eden iftiralar sonucunda yaralar aldığını hepimiz biliyoruz. Bu yaraları hep birlikte çok hızlı bir şekilde sarmalıyız. Bilgiyle, hikmetle saramayacağımız yara yoktur bu noktada, yeter ki biz kendi işimizi doğru yapalım. Aşkımızı, heyecanımızı asla kaybetmeyelim. Aşkla, heyecanla, ihlasla, samimiyetle, bilgiyle, hikmetle yeter ki bütün bunları yerine getirelim.
Başkan Görmez, sözlerinin sonunda bu yıl altıncısının düzenlendiği ‘Yurtdışı Din Hizmetleri Konferansları’nın düzenlenmesinde büyük emeği olan Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yapan Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar’a emeklerinden dolayı teşekkür etti.